Mevsimin ilk karının düştüğü Sakarya'da beyaz örtüye bürünen doğa, seyrine doyum olmayan manzaralar oluşturdu. Kar yağışını fırsat bilen ATV (arazi taşıtı) sahipleri, araçların zincirsiz çıkamadığı Akyazı-Dokurcun kara yolunda araçlarıyla tehlikeli dönüşler yaparak karın tadını çıkardı.
İlde dün başlayan ve gece saatlerine kadar aralıklarla etkili olan kar yağışı, şehrin tamamını beyaza bürüdü. Şehrin yüksek kesimlerinde kar kalınlığı 50 santimetreyi geçti. Kent merkezindeki kar birikintileri sabah güneşin kendisini göstermesiyle erimeye başladı.
Kar yağışıyla Bolu'nun Mudurnu ilçesi sınırlarında yer alan Sülüklü Göl Tabiat Koruma Alanı da ayrı bir güzelliğe büründü. Buz tutan gölün üzeri karla kaplandı. Bazı doğaseverler, buz tutan gölü görmek için karla kaplanan yolda kilometrelerce yürüdü. İstanbul'dan gelen Mahalle Afet Gönüllüsü (MAG) bir grup, tabiat koruma alanında kamp yapmak için çadır kurdu. Kar yağışı altında yaktıkları ateşin başında ısınan ekibin lideri Mecit Koç, Cihan Haber Ajansı (Cihan) muhabirine yaptığı açıklamada, zor doğa koşullarına alışmak için Sülüklü Göl'e geldiklerini söyledi. Buz tutan gölün çok güzel bir manzara oluşturduğunu vurgulayan Koç, Milli parkı görmek istedik. Aynı zamanda zor koşullara alışmak için iyi bir fırsat oldu. Arama kurtarmacı alışık olmalı. Deprem her zaman sıcak havada olmaz. Böyle ortamlara alışmak için bir günlük kamp yapmayı düşündük. dedi. CİHAN
Gökle yerin birleştiği yerde…
İbrahim, "taarruz planı hazır" diye aradı. Büyük bir heyecanla hemen soluğu gazetede alıyorum. Harita önümüzde. Haritadaki işaretli yerlere bakıldığında, önümüzde yaklaşık yürümemiz gereken kırk kilometrelik bir mesafe var. Araç, bizi Sülüklü Göl'e bırakıp geri dönecek. İlk gün, Sülüklü Göl'ün solundan yürüyüş kolu oluşturarak Susuz Yayla'ya çıkılacak, vakit geç olursa yaylada kalınacak, erken olursa yaklaşık üç kilo metre yürünerek Davlumbaz Yaylası'na geçilecek ve gece orada karşılanacak. İkinci gün ise uzun bir yürüyüşten sonra Sultan Pınarı Yaylası'na ulaşmak hedeflenecek. Plan işlerse, ikinci gece Sultan Pınar Yaylası'nda konaklanacak. Üçüncü gün ise yine bir yürüyüş kolu oluşturarak önce Açelya, sonra Karagöl üzerinden Hamza Pınarı'na ulaşılarak etap tamamlanmış olacak. Gezi planı kısaca bu şekilde. Bununla birlikte, gezilerden edindiğimiz tecrübe, kâğıt üzerinde yapılan planların tutma olasılığının zayıf olduğu yönünde. Çıkılan gezilerde nelerle karşılaşacağınızı, hangi sürprizlere açık olduğunuzu kestirmeniz oldukça güç. Bu duruma en güzel örnek, sonbaharda yaptığımız gezide karşımıza çıkmıştı. Günlük gülistanlık bir havada Dokurcun'a kadar gitmiş, oradan hafif yağmur eşliğinde Sülüklü Göl'e vardığımızda her tarafın beyaz örtüyle kaplandığını görünce şaşkınlığımızı gizleyememiştik. Dolayısıyla "kul plan yapar, Allah gülermiş" sözü bir kez daha karşımıza çıkmış oldu. İşi oluruna bırakıp karışımıza çıkacak olana rıza göstermek en doğrusu.
Geyve'den kıymetli dostumuz Selçuk Özel, İstanbul'a kadar zahmet ederek aracıyla bizi alıp yola çıktığımızda, Cuma saati de girmiş bulunuyordu. Tam bir zamanlamayla, Yusuf Genç ile Kerim Akbulut'u alacağımız yerde bulunan camiye yetişiyoruz. Namaz bitip camiden çıkarken Yusuf'la Kerim'in de aynı camide olduğunu görüyoruz. Selçuk arabayı çalıştırdığında; İbrahim Tenekeci, Selçuk Özel, Yusuf Genç, Kerim Akbulut ve ben, bizi nelerin beklediğini bilmediğimiz yolculuğa başlamış oluyoruz.
İstanbul'un boğucu havası ve camiada yaşanan can sıkıcı gelişmeleri kısa süreliğine de olsa geride bırakmak, bize iyi gelecek. Adapazarı sapağına geldiğimizde bizi Sülüklü Göl'e bırakıp aracı geri götürecek olan Ferhat Tosun'u bizi beklerken buluyoruz. Akyazı-Kuzuluk yolunu takip ederek Dokurcun'a varıyoruz. Tabiat tüm ihtişamıyla karşımızda... Yeşilin her tonu insana adeta hayat veriyor. Dokurcun'da mola veriyoruz. Yoğun bir kalabalık var. Pazar kurulmuş. Belli ki, yakın köyler alış-veriş için kasabaya inmiş. Doğrusu bu görüntü beni geçmişe götürüyor. 67 model bir BMC kamyonun kasasında köyden kasabaya yaptığımız yolculukları anımsayarak tebessüm ediyorum. Mudurnu Çayı eşliğinde çaylarımızı yudumladığımız, devasa çınar ağacının bir şemsiye görevi gördüğü çay bahçesi her zamankinden farklı olarak bugün oldukça kalabalık, dolayısıyla devamlı oturduğumuz masada da başkaları var. Eğreti olarak bir masaya oturarak acele bir şekilde çayımızı içiyor ve oradan ayrılıyoruz. Eksiklerimizi tamamlıyor, Dokurcun'dan ayrılarak Sülüklü Göl'e doğru tırmanışa geçiyoruz. Bir saat kadar tırmanıştan sonra Sülüklü Göl'deyiz. Göl bütün ihtişamıyla bizi karşılıyor, biz de selamımızı esirgemiyoruz.
Ferhat, bizi indirdikten sonra, Geyve'ye dönmek için ayrılıyor.
Yılanlı vadi
Yürüyüşe geçmeden önce yemek işini halletmemiz gerekiyor. Bu arada çantalarımızdaki malzemeyi de belirtmek gerekirse, birer adet köy somunu, barbunya konserve, peynir, sucuk, domates ve bir miktar su... Üç gün boyunca kullanacağımız malzeme bundan ibaret. Yemekten sonra, Selçuk'un isteğiyle, planımızda küçük bir değişiklik yapıyor ve Davlumbaz Yaylasına, gölün sağındaki vadiden çıkmaya karar veriyoruz.
Aslında vadiyi iyi bildiğimiz için, bunun iyi bir fikir olmadığını, Selçuk'un ilerleyen dakikalardaki pişmanlığını şimdiden duyar gibi oluyorum. Madem karar verildi, o halde vadiye girelim bakalım, nelerle karşılaşacağız? Sırtımızda çantalar, elimizde sopalar olduğu halde yürüyüş kolu oluşturup vadiye girdiğimizde, saat 17.00'yi gösteriyordu. Havanın kararmasına yaklaşık iki buçuk saat var ve bu süre içinde Yılanlı Vadi'yi tırmanmamız gerekiyor. Kamp yerine ulaşmak ve gerekli hazırlığı yapmak için fazla zamanımız yok. Hava sıcak ve nem oranı oldukça yüksek... Bu da su kaybını fazla yaşayacağımızı gösteriyor. Ayrıca sırt çantalarımızda yirmi kiloya yakın bir yük olduğu düşünülürse, bu sıcak havada oldukça zorlanacağımız bir gerçek. Bir de daha önce yarısına kadar ilerlediğimiz vadide büyüklü küçüklü yetmiş ile doksan derece eğimindeki şalelerin varlığı, bizi zorlu bir etabın beklediğini ortaya koyuyor. İlk yarım saat fazla zorlanmıyoruz. Daha sonra zorluk derecesi yüksek engeller karşımıza çıkmaya başlayınca, kalp atışlarında bir yükselme kendini gösteriyor. Her engeli aştığımızda, gücümüzün biraz daha azaldığını hissediyoruz. Sürekli terliyoruz ve sırtımızdan buhar yükseliyor. Bu gidişle vadiyi tırmanamadan içme sularımız bitmiş olacak. Vücudun su kaybını karşılamak için stoktaki sular yetersiz kalacak, öyle gözüküyor. Bu nedenle Yılanlı Vadiyi biran önce tırmanmamız gerekiyor. Hızlı hareket ediyoruz. Hızlı hareket ettikçe de gücümüz gittikçe azalıyor. Yüksekliği üç metre ile yirmi metre arasında olan onlarca engeli aşmak hiç de kolay değil. Öyle ki, vadiden yürüme fikrini ortaya atan Selçuk arkadaşımızın derin pişmanlığı yürüyüş kolunun en gerisinde kalmasıyla açıkça anlaşılıyor. Ben vadinin yarısına kadar fena değilim, fakat yarısından sonra kesilmeye başlıyorum. Keza Yusuf ve Kerim'de öyle... Sadece İbrahim canlı gözüküyor. Vadiyi geçmemiz biraz da İbrahim'in gayretine bağlı. Zaman ilerledikçe, bizler de ağırlaşıyoruz. Adımlarımız bizi ileri taşımada yetersiz kalıyor. Karanlık basmadan vadiden çıkmalıyız. Sularımız tükenmek üzere. Şayet vadiyi aşamazsak, çok tehlikeli bir gece bizi bekliyor. Gücümüzün sonuna yaklaştığımızı hissediyorum. Selçuk kendini bırakmış durumda. Adeta 'beni bırakın' der gibi bir hali var. İbrahim "biraz daha gayret" diyerek bizi yürümeye teşvik ediyor. Tam umudumuzu kaybettiğimiz bir anda, ileride bir açıklık görünce çocuklar gibi seviniyoruz, ayaklarımıza biraz derman geliyor. Kısa bir müddet sonra vadi bitiyor ve kendimizi bir anda dağın zirvesinde, suyun başında buluyoruz.
Sonradan öğreniyoruz ki, vadinin uzunluğu 1,800 metre kadarmış. Rakım da 1,050 metreden 1,500 metreye çıkıyor.
İşte Davlumbaz Yaylası'ndayız
Yaylaya çıkar çıkmaz, karşımızda bir oluk görüyoruz. Zirvede suyla karşılaşmak, bize adeta bir ödül gibi geliyor. Hayata dönmüş gibi oluyoruz. Bir süre suyla karşılaşmanın şaşkınlığını yaşıyoruz. Kendimize gelince, suya hücum ediyoruz. Vücudumuzu belimize kadar suya sokuyoruz. Su, bunca yorgunluğun üstüne ilaç gibi geliyor. Kamp yerini suyun on metre yukarısındaki düzlüğe kuruyoruz. Sabaha kadar yanacak ateş için karanlık basmadan odun biriktirmememiz gerekiyor. Etrafa yayılarak odun topluyoruz. Fakat yeterli odun toplayamadığımız için, gece yaş şimşir dallarına çok iş düşecek. Aşağıya doğru baktığımızda, Sülüklü Göl'ün bir duman tabakasıyla kaplı olduğunu görüyoruz. Sis tabakası adeta ayağımızın altında ve bu muhteşem görüntü, bize görsel bir şölen sunuyor. Bu arada etrafa keşfe çıkan İbrahim'in sesi uzaklardan yankılanıyor: Buraya gelin!
Sese doğru gidiyoruz ve yaylanın sağ tarafında başka bir güzelliği, hayretler içinde kalarak izliyoruz. Batan güneşin kızıllığı, aşağıda ise bulut tabakasının hareketleri, bize, bin beş yüz metrede rüya gibi bir anı yaşatıyor. Bir süre susarak bu anın tadını çıkartıyoruz. Belki de hayatımızda bir daha göremeyeceğimiz fotoğraf karelerine şahitlik ediyoruz. Gördüklerimiz karşısında Allah'a şükrediyoruz. Tabiatta Allah'ın ayetlerine şahitlik ederek Müslüman olmanın ayrıcalığını yaşıyoruz.
Havanın kararmasına yakın ateşi yakıyoruz. Vadideki olağanüstü çabanın ardından harcadığımız enerjiden dolayı oldukça acıktığımızı fark ediyoruz. Akşam yemeği için hazırlık yapıyoruz. Konserve barbunya, kuru soğan ve somun ekmeğinin oluşturduğu sofra bizim için ziyafete dönüşüyor. Yemekten sonra her Türk'ün yaptığını yapıyoruz. Ateşin bir köşesinde demlenmiş olarak bizi bekleyen çaydan, ince belli cam bardağını dolduran ayrı bir köşeye çekilerek, gökyüzünde olup biten temaşaya, çayını yudumlayarak eşlik ediyor. Böylece kendimizi gecenin sessizliğine bırakıyoruz. Sessizliği ateşte yanan şimşir dallarının çıkardığı cızırtı bozuyor. Zirvede yanan ateşin yükselen alevleri geceyi aydınlatıyor ve adeta bir meşale görevi üstleniyor. Bin beş yüz metre yükseklikte olmak, insana hafiflik hissi veriyor. Adeta gökle yerin birleştiği bir noktadayız. Gökyüzü insana ancak bu kadar yakın olabilir. Gecenin ilerleyen saatlerinde, gökyüzünde yerlerini alan ay ve yıldızlar, sanki başımızın üstündeymiş gibi duruyorlar. Elimizi uzatsak dokunacakmışız hissine kapılıyoruz. Sırt üstü yatıp gökyüzünde yıldızların hareketlerini izlemek, geceye ayrı bir güzellik katıyor. Davlumbaz Yaylası, insanın rüyasında görebileceği bir yer. Zaten biz de rüyada gibiyiz. "İnsan ne kadar temiz olursa olsun, kötülüklere şahit olmak bile insanı kirletiyor" diye söylemişti değerli bir dostum. Modern hayatın açmazı içinde birçok kirliliğe bulaşan insan için, Davlumbaz Yaylası iyi gelir.
Yolumuzu kaybediyoruz
Sabah erkenden kahvaltı yapıyoruz. Sabaha kadar yanan ateş bir köz tepesine dönüşmüş durumda. Kekik kokusu eşliğinde Davlumbaz Yaylası'ndan ayrılıyoruz. Bu arada, dünkü yorgunluğumuzun üzerimizde durduğunu yürüyüş anında hissediyoruz. Bin beş yüz metre yükseklikte berrak bir gökyüzünün altında yürümek, toprağın bağrından kopup burnumuza kadar gelen kokular adeta bir şölene dönüşüyor. Sultan Pınarı Yaylası'na ulaşmak için önümüzde yürümemiz gereken uzunca bir yol var. Sabahın erken saatleri olduğu için, yol boyunca kuşlar çıkardıkları değişik seslerle bize eşlik ediyor. Ortalıkta kuşlardan başka da canlı yok. Doğru yolda olup olmadığımızı bilmiyoruz. Sadece harita üzerindeki işaretleri takip ettiğimizi düşünüyoruz. Uzun bir süre yürüyoruz. Bu arada güneş de kendini iyiden iyiye göstermeye başlıyor. Bunu terlemeye başlayınca anlıyoruz. Bir süre sonra inişe doğru geçtiğimizi fark ediyoruz. Bu iyiye işaret değil. Normalde, takip ettiğimiz güzergâhta bir rakım düşüklüğü olmaması gerekiyor. Yaklaşık 6 kilometre yürüdükten sonra, bir keçi sürüsüyle karşılaşıyoruz. Renk cümbüşünü andıran keçi sürüsüne yaklaşınca üç adet köpek havlayarak bizi karşılıyor. İbrahim hemen çantasına davranarak çantadan çıkardığı sucukları köpeklere paylaştırıyor. Böylece köpeklerin öfkesi geçiyor, sesleri kesiliyor, aramızda sulh sağlanmış oluyor. Güvenli bir şekilde keçi sürüsünün çobanına yaklaşıyoruz. Selam veriyoruz. Yaklaşık elli beş yaşlarında iri yarı görünümlü kır saçlı çoban selamımızı alıyor. Çobana, yürümekte olduğumuz yolun nereye çıktığını soruyoruz. Çoban, "Bu yol sizi Göynük'e götürür" deyince kaybolduğumuzu anlıyoruz. Davlumbaz Yaylası'ndan ayrılırken, sağdan takip etmemiz gereken yolu soldan gitmeye kalkınca, yolumuzu kaybettiğimizi anlıyoruz. Çoban sağ taraftaki dağı göstererek, "Bu dağı aşarsanız Çubuk Gölüne ulaşırsınız" diyor. Bu fikir tadımızın kaçmasına sebep oluyor. Fakat deneyecek başka bir yol olmadığı için, çaresiz çobanın işaret ettiği dağa doğru tırmanışa geçiyoruz.
Ayaklarımız yorgunluktan hep geriye gidiyor. Dağı tırmanıp tepeye vardığımızda nefes nefese kalıyoruz. Bir süre dinlendikten sonra Çubuk Gölü'ne doğru inişe geçiyoruz. Aşağı indiğimizde, gölün etrafına konaklama tesisleri yapıldığını görüyoruz. Böylece, gölün eski doğallığı ortadan kalkmış oluyor. Ayaklarımızı suya sokarak yorgunluğumuzu atmaya çalışıyoruz. Sonra köyün girişinde bulunan konaklama yerine uğrayarak çay içiyoruz. Bu arada, yerin sahibinden bizi Sultan Pınarı Yaylası'na ücret karşılığı çıkarmasını rica ediyoruz. Görüntümüz adamı ikna etmemiş olacak ki, bunu kabul etmediği gibi, "köyde herkesin işi var" diyerek adeta alternatifleri de ortadan kaldırıyor. Bu arada Göynük Belediyesi'ne ait bir yolcu midibüsünün tesise yanaştığını görüyoruz. Midibüs yolcuları indirerek dönüşe geçerken, vadide en geride kalan Selçuk çevik bir hareketle midibüse yetişiyor ve bize işaret ediyor. Bu hareket bizi sevindiriyor. Yarım saat sonra Göynük'teyiz. Şoför midibüsü belediyenin garajına bırakarak, kendi özel arabasıyla bizi Taraklı'ya kadar bırakma nezaketinde bulunuyor. Taraklı'daki yoğun kalabalığa bakılırsa, burada da pazarın kurulduğu anlaşılıyor. Bu arada, Taraklı'ya her gelişimizde İstanbul plakalı araçların fazlalığı dikkatimizi çekiyor. Umarız İstanbul'u beton yığınına çevirenler buranın güzelliğine kıymazlar. Meydandaki çay bahçesinde çay içerek yorgunluk atıyoruz. Selçuk bizi Sülüklü Göle bırakan Ferhat'ı arayarak Taraklı'ya gelmesini söylüyor. Yarım saat sonra araç geliyor. Taraklı'dan ayrılarak, uzun sayılabilecek bir yolculuktan sonra Hamza Pınarı'na geliyoruz. Buradaki buz gibi sudan içiyoruz, ayaklarımızı suya sokuyoruz. Ayaklarımız suyun soğukluğuna sadece bir dakika kadar direnebiliyor.
Ayıların yatağında bir gece
İkindiye doğru Hamza Pınarı'ndan ayrılıyoruz. Geyve sınırları içindeyiz ve ev sahibi olan Selçuk'a tabiyiz. Araca binerek vadi boyunca kıvrılarak giden yolda güzel bir manzaraya eşlik ederek ilerliyoruz. Yol boyunca aracı birkaç defa durdurarak çilek, böğürtlen ve ahududu yiyoruz. Günün sürprizi dağ çileği oluyor. Yaklaşık bir saat sonra Selçuk, Setçe Köyü yakınlarında derin bir vadinin girişinde aracı durdurarak, "bu gece konaklama yeri burası" diyor. Malzemelerimizi alarak vadinin içine doğru, dere boyunca ilerliyoruz. Dereden güzel sesler eşliğinde akan su, neşemizi yerine getiriyor. Bir süre yürüdükten sonra, ceviz ağaçlarının olduğu eski bir bahçede geceyi geçirmeye karar veriyoruz. Vadinin birçok noktasında yer alan insan maketleri dikkatimizi çekiyor. Selçuk'a bunun sebebini soruyoruz. Selçuk, "Buraların ayı yatağı olduğunu, ayılar ceviz ve diğer meyve ağaçlarına zarar vermesin diye bu maketlerin konulduğunu" söylüyor. (Birkaç gün sonra İbrahim anlattı: "Ayıların kış uykusuna yatabilmesi için, vücutlarına, kış boyu tüketebilecekleri yağı depolamaları gerekiyormuş. Bunun için de ayılar, Ağustos ayında yağ yapıcı özelliği olan cevizden bolca yerlermiş.")
Geceye hazırlık yapıyoruz. Bolca odun hazırlıyoruz. Selçuk odunları yatağanla belli bir boyda keserek ateşin yanacağı yerin yanına istif yapıyor. Bu arada ceviz bahçesinde elma büyüklüğünde erik ağacını görünce biraz ölçüyü kaçırıyor, göz hakkımızdan fazlasına talip oluyoruz. Dağ çileğinden sonra ikinci sürpriz erik oluyor.
Vadi dik yamaçlar ve ağaçlarla kaplı olduğu için, gökyüzünü görmek imkânsızlaşıyor. Dolayısıyla ay ve yıldızları bu gece göremeyeceğiz. Gökyüzündeki hareketliliğe ortak olamayacağız. Üstü kapalı vadinin insanı ürperten bir yanı var. Bu yüzden vadiyi aydınlatacak olan ateşe gece boyunca iyi davranmak zorundayız. Ateşin yanmasıyla birlikte etrafında halka olmuş dostların demli çay eşliğinde yaptıkları sohbet, ateşin sıcaklığına karışarak vadiyi ısıtıyor. Nöbet sırası gelen görevinin başına geçiyor. Tabi ki bu görev Yusuf ve Kerim için geçerli değil. Yusuf ile Kerim dün gece olduğu gibi, bu gece de nöbeti uyuyarak tutuyorlar. Günün esprisi ise gece boyu uyuyan Kerim'in uyandığında "gözüme uyku girmedi" demesiydi. Gece 02.00'ye doğru İbrahim ve Selçuk nöbeti bana devrediyorlar. Dostlar uykudayken, ateşle olan dostluğumu, ona bolca odun hediye ederek pekiştiriyorum. Ateşin yükselen alevleri ayın ve yıldızların ağaçlardan dolayı ulaşamadığı vadiyi aydınlatıyor.
Yüzümü yanan ateşe, sırtımı ceviz ağacına dayamış olarak dakikaları eritmenin telaşı içindeyim. Dostların hepsi uykuda olduğundan, kendimle dertleşiyorum. Geçmiş zamana uzun bir yolculuk yapıyorum. Toprağa, tabiata olan bağlılığımın sebebini sorguluyorum. Şehirde yıllardır niçin yabancı gibi yaşadığımı soruyorum kendime. Gençliğimin geçtiği yerlere, dağlara, taşlara olan özlemimin her geçen gün dayanılmaz bir hale dönüştüğünü anlamaya çalışıyorum. Tüm bunları düşünürken arka tarafımdan bir ses duyar gibi oluyorum. Bir an irkiliyorum. Yerimden fırlayarak sesin geldiği yöne dönüyorum. On metre kadar ilerde, gecenin karanlığında cam gibi parlayan bir çift gözle karşılaşıyorum. Bir süre göz göze geliyoruz. Gayri ihtiyari "Selçuk, misafirimiz var!" diyerek sesleniyorum. Derin bir uykuda olan Selçuk'tan bir ses alamıyorum. İbrahim uyanır gibi oluyor. Elimdeki küçük feneri misafirimize doğru tutuyorum. Simsiyah ve iri cüsseli bir domuzla karşılaşıyorum. Bu arada savunma silahlarımızı gözden geçiriyorum. Sopa, yatağan, küçük bir bıçak ve fener... Domuz, bizi bir süre gözetledikten sonra, ağaçların arasına karışarak gözden kayboluyor. Böylece ben de rahat bir nefes alıyorum. Amacımız sadece tabiatla bir dostluk kurmak olduğu için, kendimizi Allah'ın korumasına bırakıyor ve en doğrusunu yapıyoruz.
Gün ağardığında Setçe vadisinin ihtişamı bir başka güzel geliyor bize. Hâlâ yanmakta olan ateşe son odun parçalarını atarak vedalaşıyoruz. Vadiden ayrılıp inişe geçtiğimizde, çoktan bir sonraki gezinin planları kafamızda şekillenmeye başlıyor. Şimdiden, bu seferlik ıskaladığımız Sultan Pınarı Yaylası'nda geçireceğimiz geceyi hayal ediyoruz.( milligazete.com.tr/makale/gokle-yerin-birlestigi-yerde-175040.htm)